Sayfalar

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mısır, Gezi ve Protesto



Mısır'da gerçekleşen olaylar gerçekten çok vahim. Adeta insanlığa karşı işlenen bir suç niteliğinde hatta.

Demokratik bir düzen isteyen Mısır Halkı'nın darbeci yönetime karşı sesini çıkarması üzerine, asker halk üzerine ateş açıyor, bir insan ölüyor, tutuklanıyor, göz altına alınıyor.

Bu duruma uluslararası şiddetli bir şekilde ses çıkaran tek ülke ise Türkiye. Hollanda ve bazı Avrupa ülkeleri dışında Mısır ile ilişkilerini gözden geçiren yok. Darbeci yönetime politik düzeyde baskı gerçekleştiren yok. Amerika ve diğer ülkeler açıkça darbe olan olaya darbe demekten kaçınıyor. Darbeci yönetim ise, protesto için sokağa çıkan insanları öldürüyor, gerçek kurşunlarla ateş açıyor.

Türkiye'de bu durum gerek iktidar gerek muahlefet olsun, gerekse halk tarafından da çok şiddetli şekilde eleştirildi ve eleştiriliyor. Bir insalık dramına insani bir yaklaşım bu.

Ancak Mısır'da olanlara ses çıkaran bir çok insan da, Gezi protestolarını gerçekleştirenlerin bu duruma ses çıkarmamasından yakınıyor aynı zamanda ülkemizde. Gezicilerin savunması da ben Mursi'yi neden savunayım? O da ayrı bir diktatör, yaptıklarını bilmiyor musunuz? ve bunun gibi şeyler.

Peki Gezi ile Mısır arasında ne fark var? Aslında boyutları farklı olsa da çok fark yok. Olay özgürlükse ikisi de özgürlüğe ilişkin. Gezi ruhu, Anayasal haklarını kullanan vatandaşlara karşı polisin sert müdahalesine tepki olarak demokrasiyi ve özgürlükleri savunmak üzere başlamış bir akım. Mısır'da olan ise darbeye karşı, ülke liderini geri döndürmeyi amaçlayan ve aslında yine bir şekilde demokrasiyi savunmaya dayanan bir direniş. Çok da fark yok değil mi?

Kanımca Gezi'cilerin ben Mursi gibi birini niye savunayım deme hakları yok. Sen burada polisin ve iktidarın sana el kaldırmasına, seni yok saymasına, özgürlüklerini kısıtlamasına ve demokrasiye aykırı davranması baş kaldırdın. Demokratik ve Anayasal haklarının kullanmasının engellenmesine baş kaldırdın. Şimdi de Mısır için baş kaldırdığın zaman Mursi'yi savunmuş değil, demokrasiyi savunmuş olacaksın.

Ancak ne yazık ki, biz bu ayrımı yapamıyoruz. Kişiler ile olayları birbirinden ayıramıyoruz. İşte asıl bunu başardığımız zaman gerçekten demokrasiyi uygulamaya başlayabileceğiz.

Ne var ki, Gezicilerin Mısır'a destek vermemesinin bir nedeninin de iktidarın şimdiki tutumunun samimi gözükmemesi olabileceğini düşünüyorum. Çünkü iktidar orada olanlara şiddetli olarak karşı çıkarken burada kendi vatandaşına polis tarafından saldırılmasını izledi, emretti ve kendi vatandaşının Mısırda halkın kullanmaya çalıştığı haklarını, kullanmasını engelledi. Şimdi ise, bu halkın demokratik hakkıdır, halka nasıl ateş açarsın demek gerçekten de samimiyetsiz bir davranış.

İktidarın ancak kendisi de bu haklara saygılı olursa, gidip başka bir ülkede bu hakları savunmaya hakkı olur. İnsanlar ancak o zaman inanır İktidara. Ne var ki, unutmamak gerek bu olaylara insan olmaktan dolayı karşı çıkmak ve oradaki halkı müslüman olsun veya olmasın tepki göstermek gereklidir.

Bunun dışında, Mısır konusunda dış politika olarak bu şekilde bir tavır sergilememiz doğru mu o da tartışılmalıdır.

Türkiye bu konuda yanlız kaldı. Her ne kadar, iktidar ben güçlüyüm, artık bizim de büyük ülkeler gibi sesimiz çıkıyor dese de, dış politikada yalnız kalmak her zaman da ülke çıkarları için iyi sonuçlar vermeyebilir. Fark edilirse, Suriye, İran ve İsrail ile ilişkilerimiz bitti. Şimdi de Mısır ile bitmek üzere. Aslında gittikçe yalnızlaşıyoruz dünyada. İnsanlık bir yana, iktidarın ülke çıkarlarını da gözetmesi gerektiği aşikar. Fakat bu durumda insanlık mı, ülke çıkarları mı sorusunun cevabını vermek zor.

Ancak, iki gün sonra bu olaylar bittiğinde, kimsenin de Türkiye'ye aferin ne güzel demokrasinin arkasında diyeeğini düşünmüyorum. Bu nedenle ülke yönetimi olarak biraz daha temkinli davranmak gerektiği aşikar.

Ne var ki, bizim halk olarak her şekilde, kendi ülkemizde veya yurt dışında her türlü hukuksuzluğa, haksızlığıa, demokrasiyi ve özgürlüklere zarar veren her türlü davranışa tepki koymamız bir borç.

Not: Önceki yazımda da belirtmiştim. Ergenekon unutuldu gitti, Ali İsmail Korkmaz unutuldu gitti. Kaçırılan Türk Pilotları da unutulma evresinde. Allah sonumuzu hayretsin.


13 Ağustos 2013 Salı

Blinçli Körlük


                      TED'i biliyor muyuz?

                      TED, Paylaşmaya Değer Fikirler sloganı ile varolan ve ilk olarak 1984 yılında teknoloji, eğlence ve dizayn dünyasından insanları buluşturan bir konferans ile ortaya çıkan kar etmeyi amaçlamayan bir kuruluş olarak hizmet veriyor. Bir çok alandan, bir çok insanı bir araya getiriyor ve sloganı gibi paylaşmaya değer fikirleri ortaya çıkarıyor, insanlara sunuyor.

                 Ben de TED'le yeni tanışmış sayılırım. Bugün ise ted.com'da Margaret Heffernan'ın "Willful Blindness" yani "Bilinçli Körlük" adlı konuşmasını dinledim. Margaret Heffernan bir iş kadını ve aynı zamanda bir yazar. Daha da merak edenler wikipedia'dan kendisini araştırabilir. Ancak burada önemli olan Heffernan tarafından anlatılan hikaye. 

                   Bu hikaye Amerika Birleşik Devletleri'nde küçük bir kasabada yaşayan kadın hakkındaydı. Gayla Benefield adlı bir kadın. Bu kadının yaşadığı kasabada bir çok insanın genç yaşta ölmesi dikkatini çekiyor ve bunun sebebini araştırmaya başlıyor. Daha sonra bunun nedeninin kasabada çıkarılan vermikülit olduğunu keşfediyor. Ancak bunu kasabadaki diğer insanlara anlatmaya başladığında, başkaları bu duruma onun kadar önem vermiyor. Hatta bunu dinlemek ve bilmek istemiyor. 

                   İşte Margaret Heffernan bu durumu çok doğru bir şekilde Bilinçli Körlük olarak tanımlıyor. Yani bir şekilde aslında bildiğimiz ya da bilmemiz gerekirken bir şekilde bunu bilmemiz. Aslında bilmek istemememiz. 

                   Aslında Heffernan'ın da belirttiği gibi bu her gün çevremizde hepimizin yaptığı bir şey. Trafikte, işte, okulda ve evde... 

                   Heffernan bilinçi körlüğün, genel olarak insanların ya bu konuda ben ne yapabilirim ki, yapsam da bir şey değişmez diye düşünmesinden ya da bir sorunu dillendiren kişinin başına neler geliyor düşüncesinden kaynaklandığını söylüyor. Ya da biz bir şey olsa, gerçek olsa bize biri söylerdi diye düşünüyoruz genelde. 

                       İşte politik sorunlarda da uyguladığımız bu bilinçli körlük her zaman ki gibi çok tehlikeli. Çünkü aslında bu zamanlarda da sadece görmek istediğimizi görüyor, duymak istediklerimizi duyuyoruz. Bize söylenene kayıtsız şartsız inanıyor ve aslında gerçeği bilsek veya gerçek olduğunu düşünsek dahi bunu dile getirmiyoruz. 

                       Heffernan'ın belirttiğine göre, bilinçli körlük davranışını sergileyen insan sayısı bir çok ülkede yüzde seksen beşmiş. Bu oldukça yüksek bir oran. 

                       Bir de bu davranış paternine yol açan etkenlerden birinin "sesimi çıkarırsam başıma neler gelir?" olduğunu düşündüğümüzde, ülkemizde bu aralar bu oranın yüzde doksanların üzerine çıkmış olması çok muhtemel. 

                     Tüm bunlar bir yana, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın." diye bir sözümüz dahi varken ne bekleyebilir zaten.

                    
     

                      
                       

Bugün halk ne giysin?


                                Türk annelerinin tipik özelliğidir, yaz da olsa kış da olsa dışarı çıkmak için giyinen çocuğunun peşinden elinde atlet ile içine giymesi için koşarlar. Niyetlerinin her ne kadar çocuklarının hasta olmasını engellemek olduğunu bilsek de çocuklar olarak sinirleniriz sık sık bu duruma. "Of anne bir git ya!" diye bağırırız çoğu kez. 

                                   Şimdi ise, bu annelerimizin yerini alan başkaları var gibi gözüküyor. Hatta bunlar "atletini giy yavrum" diye peşimizden koşan annelerimizi çok aratacaklar gibi. 

                            Milliyet Gazetesi'nde çalışan bir yazar "geri kafalı mı oldum?" ben diye kendi kendine sorarak, bayanların şort giymesinden utandığını yazmış. Ülkemizde bu kadar sorun, gündem olması gereken bu kadar olay, iş, güç varken çıkıyor bir yazar kadınların şort giymesinden ne kadar rahatsız olduğunu yazabiliyor. İşte bu durumdayız ne yazık ki. 

                                  İşin kötü yanı. Bu cümleleri sarf eden de bir bayan yazar. Kendi hem cinslerinden rahatsız olduğunu itiraf ediyor kısaca. Peki neden rahatsız oluyor? Şort giyen kadının bacakları apaçık ortada gözüktüğünden mi? Yoksa, kötü bir görüntü mü şort giyip etrafta dolaşmak?

                                     İlgili yazar kendisi de vermiş cevabını bu sorunun aslında. Adaba aykırılık...

                              Burada kendisi veya kendisi gibilere söylenmesi gereken en önemli şey bence: "Sana ne? Sen kim oluyorsun da milletin adabına, nasıl giyineceğine karışıyorsun?"dur. 

                             Bizim milletimizin sorunu da bu işte zaten. Kafamızı ahlak bekçiliğine o kadar takmışız ki diğer tüm şeyler umrumuzda değil. Milletin ahlakı ile uğraşırken kendi ahlakımızı, insanlığımızı hiçe sayıyoruz. 

                                 Bir ülkede yazarlar dahi, hatta bir bayan yazar bile, şort giyen kadınlardan rahatsız oluyorum diyebiliyorsa, tabiki millet aynı merdiveni kullanan kız ve erkek çocuklarından çok endişe duyar, tabiki her içki içene alkolik denir, ayran iç denir, sonra tabi üç çocuk yap, onu yap, bunu yap, şunu yapma denir. 

                             Size ne arkadaşım? Bırakın insanlar istediği gibi yaşasın. Hele siyasetçiler olarak sizin bu son göreviniz. Önce asli görevlerinizi bir yapmaya çalışın da daha sonra insanlara öğüt vermeye kalkışın. 

                               Ayrıca unutmamak gerek, kimsenin kimseden rahatsız olmaya hakkı yok. Sen nasıl, karaçarşfla gezen kadından rahatsız olmuyosan, ona saygı gösteriyorsan, şort giyen kadına da saygı göstermek zorundasın. 

                              Ama bizim ülkede, bu kafayla yakında program da yaparlar "Bugün Halk Ne Giysin?" diye...

                             
                              

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Gösteri ve Toplanma Hakkı mı? O da ne?



                 
                Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 34. maddesi'nin başlığı: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı.

                   Bu madde diyor ki: 

                 "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
                  Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. 
                 Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir."

                  Yani diyor ki, bu madde Ey Vatandaş, istediğin adamla toplan, oradan oraya yürü, protesto et, ama saldırma, yıkma, kırma, dökme, silah taşıma. Bunu yaptığın sürece bana da sormana gerek yok. Hatta bununla da kalınmamış, idare tamamen aradan çıkarılmış bu konuda. Senin bu hakkın ancak meclis tarafından, belirli amaçlarla kanun ile sınırlanabilir diyor açık açık. 

                   Olaya bak sen. Olur mu hiç öyle. Sen çıkıcaksın, ortalıkta canın istediği gibi, yok oturma eylemi yapacaksın, yok barışçıl protesto yapacaksın. Sıkarlar valla tazyikli su ile biber gazını suratına. 

                  Ama valla Anayasa böyle, bu benim hakkım diye çırpın sen istediğin kadar. 

                  Anayasa'nın bu yukarıdaki maddesi önceden "izin alarak" şeklindeyken 2001 yılında bu hale getirildi. Demokratiğim, özgürlükçüyüm ve hukuk devletiyim diye geçinen her devlette olması gereken bir düzenleme. Ama bizim milletimiz, bizim idaremiz bu kadar özgürlüğe alışık değil tabi ki. 

                  Hatta milletin "%50"'si de bu maddeyi söyleseniz, "Olur mu canım öyle şey. Devletten izin almadan olmaz." diye çıkar ortalığa. 

                 Eyvallah olmasın. Zaten gündeme de geldi hazır, "Acaba tekrar idarenin iznine mi bağlasak?" diye dilden dile dolaşıyor etrafta. Bir gecede değişir verir Anayasa sorun değil.

                "Eee demokratik ülke, hukuk devleti, özgürlük?" dersin bir an mazallah, tıkıverirler sorunu içeri. Silivri'ye yani...

                 Eyvallah olmasın. İzin alınsın. Protesto olmasın. Toplanma olmasın. Toplanana biber gazı, tazyikli su verilsin. Dağıtılsın. Sesi çıkmaz bizim milletin. 

                 Ama sana sorduklarında, "Silivri'de toplanma kanunsuz bir toplanma, Gezi'deki, Taksim'deki toplanma kanunsuz toplanma diyorsunuz ama o zaman kanlı terör örgütü PKK'nın ilk eylemini kutlamak için toplananların ki kanuna uygun muydu? Onlara niye biber gazı kapsülü hediye edilmedi?" diye bunu da bir kılıfa uydur bir zahmet. 

                Gerçi rahat olmak gerek. Sorulmaz bu soru. Ne de olsa soranın Silivri sonu... 

                  

             
 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Tarafsız ve Bağımsız Basın


              Basın ve yayın kuruluşlarının, her türlü konuda halkı en doğru ve dürüst şekilde bilgilendirmeyi amaçlayan ve yine halka karşı ahlaki ve profesyonel sorumlulukları bulunan kuruluşlar olmaları gereklidir. Görsel medyada ister sabah programları, ister akşam yayınlanan eğlence programları, diziler ya da isterse, en önemlisi, haber programları olsun, veya yazılı medyada ister ulusal ya da yerel gazeteler isterse dergiler olsun hepsinin, halka, insanlara ve topluma karşı kutsal bir sorumluluğu vardır. 

                           Peki nedir bu sorumluluk?

                           Özellikle halkın her hangi bir konuda anında bilgi edinmesini sağlayan görsel ve yazılı medya ile yakın geçmişimiz de de sosyal medyanın üzerine düşen en büyük görevi toplumun, doğru, kesin, açık ve tarafsız olarak bilgilenmesini sağlamaktır. Bilginin çok hızlı yer değiştirdiği ve yayıldığı  günümüzde görsel, yazılı ve sosyal medyanın her hareketi ve davranışı toplumda herhangi bir konuda oluşan algıyı  geri dönülmesi zor bir şekilde, anında değiştirebilmekte ve şekillendirebilmektedir. İşte bu nedenle medyanın üstlendiği görev, dürüstlük, sadakat ve  yüksek seviyede etik değer, inanç ve ciddiyet gerektiren bir görevdir. 

                      Ancak, basın ve yayın kuruluşları da, kar amacı güden herhangi başka bir şirketten farksız şekilde ticari şirket olarak bu görevi sürdürürler ve bir ticari şirketin de nihai amacı kar etmektir. Bu basın ve yayın kuruluşlarını yöneten kişiler veya sahipleri de ne yazık ki, mesleki ve kişisel olarak yukarıda bahsettiğim görevden kaynaklanan sorumluluğu sırtlarında hissetmekte zorlanırlar. Çünkü, dünyanın neresinde olursanız olun, bildiğimiz anlamda basın ve yayın kuruluşlarının başındakiler çoğu zaman gazeteci, muhabir, haberci değil, iş adamı veya iş kadınıdır. Onların gözünde bir haber kanalında veya herhangi bir gazetede yapılan iş, ticari bir iştir. Kar etmeniz gereklidir. Kar etmek için, ya da başka bir analtımla zarar etmemek için ilişkilerinizin de çoğu zaman iyi olması gerekir. Düşman değil dost edinmeniz, kalp kırmamanız tam tersine gönül almanız, jest yapmanız gerekldir. 

                         Peki kime karşı? 

                   İşte olayın karmaşıklaştığı nokta da burası olur. Bu jestleri, gönül almaları veya zaman zaman hiç bir şey yapmayarak kalp kırmamaları, bazen size reklam vermesi, sizinle iş yapması yani doğrudan ya da dolaylı olarak size para kazandırması nedeniyle başka bir iş adamına veya sırf işlerinizin baltalanmaması, bir şekilde iyi ilişkilerin size lazım olması nedeniyle bir milletvekiline, bürokrata, devlet başkanına yahut başbakana yapmanız gerekmektedir. Aksi halde, kalbini kıracağınız veya yukarıdak bahsedilen görevinizi yaparken bir şekilde zarar vereceğiniz herhangi biri de daha sonra size zarar verebilir. İşte o zaman da sizin basın yayın organı olan ticari şirketiniz ya zarar eder ya daha az kar eder ya da kişisel olarak siz bir şekilde para kaybedersiniz. Bu durumdan da anlaşılması gereken, mutlak suretle böyle olduğu söylenemese de, basın yayın organı ticari şirketin yöneticileri, sahipleri, yukarıda bahsedilen görevi gerçekleştirmekten ziyade para kaybetmemeyi tercih ederler. 

                        Peki bu durumun sonucu nedir?

                  Bu durumun sonucunda genel olarak, en basit şekilde, toplum her zaman kesin, doğru, dürüst ve tarafsız bilgiye ulaşamaz. Bilgi kirlilğinin boyutu artar. Toplum yanlış bilgilendirilir ve yanlış yönlendirilir. Daha bir çok şey. Çok önemli şeyler değil yani...

                   Toplumun başına gelen bu önemsiz şeyler dışında da, bu basın yayın organı olan şirketlerin başındaki kişiler, kendi çalışanlarına baskı yaparlar. Yazılacak yazıların içeriğine, yapılacak yayınlarda söyleneceklere, röportajlarda sorulacak sorulara karışırlar. Görevlerine gönülden bağlı olmayan bazı gazeteciler, haberciler buna boyun eğer, bazıları zaten bu durumu fırsat bilir kendisi seve seve ahlakını, iş etiğini çöpe atar, bazıları ise Can Dündar ve diğer bir çok kişi gibi bir telefonla kovulur, sosyal medya hesapları dahi kapatılır, en kötü ihtimalle de terörist, darbeci ilan edilir ve hapse atılırlar. Çok önemli şeyler değil yani.... 

                     Tüm bunlar bir yana, ulusal gazetelerin ve televizyon kanallarının bir kaç kişinin elinde olduğu ve komik bir şekilde hala görsel ve yazılı medyanın bağımsız ve tarafsız olduğunun iddia edildiği bu ülkede;

                En güzeli, hala kendi üzerinde gazeteciliğin, haberciliğin getirdiği sorumluluğu hissedip, bir şeyler kaybetme uğruna da olsa "hayır" diyebilen, "yeter" diyebilen gazeticilerin olduğunu bilmekte... 

                 

                        

             

                   

Fırtına Öncesi Bayram Sessizliği


              Bayramdan üç gün önce patlayan Ergenekon bombası Türkiye gündemini bir süre daha meşgul edecek gibi gözüküyor. 

                  Tabi yıllarca devam eden dava sürecinden sonra en az bir o kadar yıl daha gündemde kalması çok normal aslında. Ergenekon Kararı'nın tam bayram öncesi açıklanması da manidar tabi. Bayramlar Türkiye gündemini rahatlatan, yavaşlatan ve yumuşatan zamanlar. 

                  Ergenekon Kararı da Bayram'a kadar tartışılır Bayram'dan sonra başka denizlere yelken açarız hep beraber. Belki başka davalar, belki iktidardan veya muahlefetten başka şok açıklamalar veya bir süredir olduğu gibi açılım süreçleri falan, arada da bir iki Suriye, Mısır veya bahar yaşayan ya da yaşamaya aday herhangi bir Arap ülkesi, Amerika, İsrail de serpiştirdik mi devam ederiz yolumuza.

                    Ne de olsa milli sloganımız "durmak yok, yola devam."

              Tabi unutmadan eklememiz gereken haber, Ergenekon'dan sonra yakından takip ettiğimiz Ali İsmail Korkmaz'ın ölümüyle ilgili yürüyen soruşturmada son durum. Umarız ki, Türk Yargısı ve siyaseti "darbeci"lerin yargılanmasının üzerine düştüğü kadar Ali İsmail'in katillerinin ve ölümünden sorumlularının yakalanması ve yargılanması hususunda da hassasiyet gösterir. Ancak ne yazık ki, çok rahat bir şekilde, olayı kaydeden iş yeri kamerasının görüntülerinin silindiğinin doğru olduğu ancak bunun haberlere yansıdığı gibi, polis talimatıyla değil olaya karışan bir esnaf tarafından silindiği söylenebiliyor.

                Peki bu nereden anlaşılmış? "Beyanlardan"! Kimin beyanı, neyin beyanı, olaya karışan ve görüntüleri sildiren esnaf kimdir? O ise, bilinmiyor. Fazla kurcalamayalım ama umalın bu beyanlar "gizli" bir tanığa falan ait olmasın. Gizli tanıkların durumu malum.

                    En iyisi biz Ergenekon'dur, Gezi'dir, Ali İsmail'dir bu Bayram'da unutalım bunları. Ne de olsa Bayram bu, sonradan buluruz illa ki bişiler konuşcak...

                  Gezi'de boş yere öldürülenler, ifade özgürlüklerini kullanmaları nedeniyle tutuklu yargılanan gazeticiler, bu Bayram'da aileleriyle olamayacaklarsa da, onlar bu Bayram'ı kutlayamayacaklarsa da;

                   Sen boşver Türkiye'm senin Bayram'ın kutlu olsun, mübarek olsun.

                      
    
                   

6 Ağustos 2013 Salı

Ergenek-on



               5 Ağustos 2013 eminin ileride Türkiye'de daha da önem kazanacak bir tarih olacak. İleride bu gün tarih kitaplarında nasıl yer alacak veya hukuk fakültelerinde verilen derslerde nasıl anlatılacak merak ediyorum doğrusu. Ne var ki, nasıl anlatılırsa anlatılsın hukuk fakültelerinde eleştirilmesi gereken bir tarih olduğu açık...

              Ergenekon Davası, bazılarının da söylediği gibi Türk demokrasisinin geleceği açısından gerçekten de çok önemlidir. Çünkü bu dava kanımca nasıl demokratik devlet olunmaz ve nasıl hukuk devleti olunmazı açıkça ortaya koymuştur.

              Elbette, siyasi iktidarı cebren yıkmaya çalışanların yargılanması ve karşılığında ceza öngörülmesi mutlak surette gerekli ve demokratik süreç açısından takdire şayandır. Bu konuda hiç bir hukukçunun aksini söylememesi gereklidir. Ancak, siz eğer gerçekten ve samimi olarak demokrasinin savunucuysanız, hukuk devleti ilkelerine inanıyorsanız, darbe yapmaya kalkan kişinin de adil yargılanmaya hakkı olduğunu da söylemeniz gereklidir. Ne var ki, iktidara yakın olanların dahi gönül rahatlığı ile ve inanarak Ergenekon Davası'nın adil yargılanma ilkeleri çerçevesinde görüldüğünü söylemesi mümkün değildir diye düşünüyorum.
             
              Sen, darbe yapmaya çalışmıştır bu diye birini içeri alıp, senelerce tutuklu olarak, elinde doğru düzgün delil olmadan, gizli tanık denen şahısların saçma sapan ifadeleri ile yargılayıp daha sonra da bu kişilere müebbet verebiliyorsan, buna yargılama diyemezsin. Bu durum, bu kişilere cezanın zaten çok önceden kesildiğinin ve göstermelik bir yargılama yapıldığını ortaya koyar ancak. Tabi, bu ülkede de buna bazıları inanır, bazılarıysa inanmaz.

              Sen hiç utanmadan çok iyi oldu bu hükümler, hak etmişlerdi, işte bak ne kadar demokratiğiz diye konuştuğunda ve spiker sana usulsüz ve hukuksuz uygulamalar olduğu söyleniyor, buna ne diyeceksiniz diye sorduğunda; ilk defa bu tarz bir yargılama yapılıyor, olabilir böyle şeyler, hukukçuların bileceği iş, daha Yargıtay'ı var diyorsan eğer, bu senin aslında ne kadar anti-demokratik ve samimiyetsiz olduğunu gösterir. Sen, ne kadar ben demokratım, en büyük demokrasi diye dolaşsan da ortalarda, bu ülkede buna bazıları inanır, bazılarıysa inanmaz.

             Bu noktada söylenebilecek son söz ise kanımca, zamanında düşünen bir insan tarafından söylenmiş olan ve bu aralar sıklıkla kulağımda çınlayan şu cümledir.

             "Adalet sisteminin yozlaştığı bir ülkede yozlaşmayan kurum yoktur."