Sayfalar

1 Nisan 2014 Salı

30 Mart - Seçim gibi bir şey


Daha henüz tarih 30 Mart'tı ancak o günden 1 Nisan şakasını yaşadık hep beraber millet olarak. Evet 1 Nisan şakası.

"Hani nerede 1 Nisan şakası?" diye sorabilirsiniz ancak 30 Mart Pazar günü gerçekleştirilen seçimin kendisi başlı başına bir şakaydı. Belki de gelmiş geçmiş en büyük 1 Nisan şakalarından biri. Türkiye çapında bir şaka.

Seçim yapıyorsun ülke çapında, yerel seçim adı sözde. Ancak genel seçim gibi propaganda yapılıyor, belediye başkan adaylarından İstanbul ve Ankara adayları hariç kimsenin haberi yok. Haberi olsa da kimsenin umursadığı yok. Seçmen partisine bakıyor, basıyor oyunu, "tatava" yapmıyor kimse.

Seçim yapıyorsun ülke çapında ama daha ülkede saat belli değil. Öğlen olduğunda millet anca kavrıyor saatlerin bir gün sonra ileri alınacağını. Teknoloji tabi bu, iyi yanı da var kötü yanı da var.

Seçim yapıyorsun ülke çapında ama sandık başına koyulan kurulun ne yapacağından hiç mi hiç haberi yok. Birbirlerinin suratına bakıyorlar ne yapsak diye. Bir sorun çıkıyor orada duran partililere soruyorlar nasıl çözsek diye. Doğal olarak her parti kendi işine geleni söylüyor. Kurul başkanı şunu mu mühürleyeyim şunu mu mühürleyeyim diye kara kara düşünüyor.

Seçim yapıyorsun ülke çapında şansa bak ki, trafoya kedi giriyor, bir çok ilçede, ilde elektrikler kesiliyor. Paralel kediler iş başında.

Sonuçta dolduruyorsun oyları bir torbaya, oldu bitti seçim, hayırlı olsun Türkiye'ye.

Kusura bakmayın ama böyle seçim olmaz. Sanırsınız ki Türkiye, küçük, gelişmemiş ve aptallardan oluşan bir ülke. Sanırsınız ki, Türkiye'nin ne kanunu var ne başka bir şeyi.

Herkes bir kavga içinde, herkes huzursuz sandık başında. Millet gönüllü olmuş sandık başında beklemiş. Sandıkların üstüne oturacak kadar güvenmiyor vatandaş ülkesinin kurumlarına. Onu bırakın, yanında duran arkadaşına da.

Sonuç?

Seçtik, bitti! İktidar partisi, tüm olumsuzluklara rağmen oylarını korumayı başardı. Muhalefet ise aynı tas aynı hamam. Ne yapalım sandığa saygı....

Peki yorum?

Seçim kurulu gibi devlet tarafından görevlendirilen insanların bile seçimin nasıl işleyeceğinden, ne yapacaklarından haberi yok iken bu vatandaş ne yapsın? Sen vatandaştan ne bekliyorsun ki? Nasıl bilinçli oy versin vatandaş? Bilinçli seçmene ulaşmadan önce belli ki başka bir çok şeyin düzeltilmesi gerek. Bunların başında da, seçim zamanı gerçekten mevuzata hakim, bilgili insanların görevlendirilmesi ve belki de seçim mevzuatının değiştirilmesi gerekli.

Onun dışında, ortaya çıkan başka bir sonuç da, halkın büyük bir kısmının yolsuzluğa tepkisiz olduğudur. Bunun açıklamasının da basit olduğunu düşünüyorum. Yolsuzluk dolaylı bir hırsızlık türüdür. Sizden bir şey çalındığını anlamazsınız. Bir suçun mağduru olduğunuzda hissettiğiniz o duyguları da genellikle yaşamazsınız. İşte o nedenle AKP seçmeni, yolsuzluğun gerçek veya iftira olduğundan bağımsız olarak oy kullandı bu seçimde. Çünkü insanoğlu "bana dokunmayan yılan bin yaşasın." düşüncesinde ister istemez. Yapıldıysa da kendisine dokunmadığını düşünüyor yapılanların. Dokunsa da boşver bak yol yaptılar diyor kendi kendine. Bazısının alternatifi yok. Kime vereceğim bari bunlar kalsın da ekonomi bozulmasın, işimi kaybetmeyeyim diye düşünüyor. Diğer bir kısmı ise fanatik, ne partiyi ne ideolojisini umursuyor. Onlar için önemli olan tek kişi başbakan.

Bu insanlara kızmak, nefretle bakmamak, küçümsememek lazım. Tam tersine bu insanları anlamak, endişelerine kulak vermek, onlar için çalışmak ve bunu hissettirmek lazım. İşte bunu yapabilen bir parti çıktığı zaman ancak belki bazı şeyler değişebilir, belki bazı şeyler düzelebilir.

Ancak bir kısım daha var ki, oyunu iktidardan yana kullanan, işte onları affetmek mümkün değil. Belki işlerin bizden daha fazla içinde olan, belki bir çok şeyi bizden çok daha iyi bilen bir kesim. Çıkarları uğruna, ülkenin zararına çalışan bu kesmi iyiniyetle anlamak ve fikirlerine saygı duymak çok zor işte. Üzülünmesi gereken nokta burası belki de.

Sonuç olarak bir seçimi daha geride bırakıp önümüzdeki seçimlere bakalım desek de, kısa vadede çok bir şeyin değişmesi mümkün değil gibi gözüküyor. Bir ülkedeki vatandaşların, milletvekillerinin, bakanların ve bilimum canlının tümünün demokrasi algısını değiştirmek kolay bir şey olmasa gerek.

Ama sen boşver Türkiye Cumhuriyeti'nin aziz vatandaşı, yol yapıyorlar ya, o bize yeter....

2014 seçimleri Türkiye Cumhuriyeti'ne hayırlı olsun.


26 Şubat 2014 Çarşamba

Çalanı İndirmek


Bugün bindiğim bir takside, son cikan ses kayitlarina taksicinin yapmış olduğu yorum, Türkiye Cumhuriyeti'nde tahminimce bir çok kişi tarafından açıkça dile getirilen veya en azından düşünce yapısında bulunan tarzda bir yorumdu.


"Ee başbakan bu, gemisi de uçağı da olacak tabi..." 


Bu yorum, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanlarin acil değiştirmesi gereken düsünce tarzinin açık bir örneğini teşkil etmekte....

"Milletvekili, bakan, başbakan halktan büyüktür." ve "Çalsa da çırpsa da en azından hizmet yapıyor, başkası onu da yapmadı."  şeklindeki düşünce tarzlarını....


Ancak her zaman kaçırdığımız nokta ise, çalanı indirmek gerektiğidir. İndireceksin ki o koltuktan, bir daha o koltuklara geçenler cesaret edemeyecekler ellerini halkın cebine uzatmaya. Sen indirmedikçe çalanları, sormadıkça hesabını, hiç bir zaman bulamayacaksın hem hizmet edeni, hem de çalmayanı. Mahkum olacaksın her zaman kendini senden büyük görene, senin çıkarlarını değil kendi çıkarlarını düşünene.  

Hiç bir zaman unutmamız gereken şey ise, yetki verdiklerimizin bizim verdiğimiz oylar ile o koltuklarda oturduğudur, biz olmazsak onlarında da olamayacağı, bizim onlardan daha büyük olduğumuzdur. Bu söz konusu iki taraf karşılaştığında, önünü iliklemesi gerekenin onlar olduğudur. 


İşte ancak bunu anladığımızda ve sadece oy vermekle kalmayıp, hesap sormaya ve denetlemeye de başladığımızda, ve ancak o zaman, bu ülke ilerleyebilecek ve bir yerlere gelebilecektir. Her iktidar döneminde karşılaşılan benzer rezillikler ancak o zaman sona erebilecek ve bu halk ancak o zaman huzur bulabilecektir. Ancak o zaman, bu ülkeyi gerçekten o göreve layık, dürüst ve ahlaklı insanlar yönetecektir. 

Sanırım çok uzun zaman padişahın iktidarı altında yaşamış bir halk olarak, hala halkın ülkeyi yönetenlerden çok daha güçlü ve önemli olduğu fikrine alışamamış durumdayız. 


Ne var ki, 


Sen Türk Halkı'sın büyük düşün....


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mısır, Gezi ve Protesto



Mısır'da gerçekleşen olaylar gerçekten çok vahim. Adeta insanlığa karşı işlenen bir suç niteliğinde hatta.

Demokratik bir düzen isteyen Mısır Halkı'nın darbeci yönetime karşı sesini çıkarması üzerine, asker halk üzerine ateş açıyor, bir insan ölüyor, tutuklanıyor, göz altına alınıyor.

Bu duruma uluslararası şiddetli bir şekilde ses çıkaran tek ülke ise Türkiye. Hollanda ve bazı Avrupa ülkeleri dışında Mısır ile ilişkilerini gözden geçiren yok. Darbeci yönetime politik düzeyde baskı gerçekleştiren yok. Amerika ve diğer ülkeler açıkça darbe olan olaya darbe demekten kaçınıyor. Darbeci yönetim ise, protesto için sokağa çıkan insanları öldürüyor, gerçek kurşunlarla ateş açıyor.

Türkiye'de bu durum gerek iktidar gerek muahlefet olsun, gerekse halk tarafından da çok şiddetli şekilde eleştirildi ve eleştiriliyor. Bir insalık dramına insani bir yaklaşım bu.

Ancak Mısır'da olanlara ses çıkaran bir çok insan da, Gezi protestolarını gerçekleştirenlerin bu duruma ses çıkarmamasından yakınıyor aynı zamanda ülkemizde. Gezicilerin savunması da ben Mursi'yi neden savunayım? O da ayrı bir diktatör, yaptıklarını bilmiyor musunuz? ve bunun gibi şeyler.

Peki Gezi ile Mısır arasında ne fark var? Aslında boyutları farklı olsa da çok fark yok. Olay özgürlükse ikisi de özgürlüğe ilişkin. Gezi ruhu, Anayasal haklarını kullanan vatandaşlara karşı polisin sert müdahalesine tepki olarak demokrasiyi ve özgürlükleri savunmak üzere başlamış bir akım. Mısır'da olan ise darbeye karşı, ülke liderini geri döndürmeyi amaçlayan ve aslında yine bir şekilde demokrasiyi savunmaya dayanan bir direniş. Çok da fark yok değil mi?

Kanımca Gezi'cilerin ben Mursi gibi birini niye savunayım deme hakları yok. Sen burada polisin ve iktidarın sana el kaldırmasına, seni yok saymasına, özgürlüklerini kısıtlamasına ve demokrasiye aykırı davranması baş kaldırdın. Demokratik ve Anayasal haklarının kullanmasının engellenmesine baş kaldırdın. Şimdi de Mısır için baş kaldırdığın zaman Mursi'yi savunmuş değil, demokrasiyi savunmuş olacaksın.

Ancak ne yazık ki, biz bu ayrımı yapamıyoruz. Kişiler ile olayları birbirinden ayıramıyoruz. İşte asıl bunu başardığımız zaman gerçekten demokrasiyi uygulamaya başlayabileceğiz.

Ne var ki, Gezicilerin Mısır'a destek vermemesinin bir nedeninin de iktidarın şimdiki tutumunun samimi gözükmemesi olabileceğini düşünüyorum. Çünkü iktidar orada olanlara şiddetli olarak karşı çıkarken burada kendi vatandaşına polis tarafından saldırılmasını izledi, emretti ve kendi vatandaşının Mısırda halkın kullanmaya çalıştığı haklarını, kullanmasını engelledi. Şimdi ise, bu halkın demokratik hakkıdır, halka nasıl ateş açarsın demek gerçekten de samimiyetsiz bir davranış.

İktidarın ancak kendisi de bu haklara saygılı olursa, gidip başka bir ülkede bu hakları savunmaya hakkı olur. İnsanlar ancak o zaman inanır İktidara. Ne var ki, unutmamak gerek bu olaylara insan olmaktan dolayı karşı çıkmak ve oradaki halkı müslüman olsun veya olmasın tepki göstermek gereklidir.

Bunun dışında, Mısır konusunda dış politika olarak bu şekilde bir tavır sergilememiz doğru mu o da tartışılmalıdır.

Türkiye bu konuda yanlız kaldı. Her ne kadar, iktidar ben güçlüyüm, artık bizim de büyük ülkeler gibi sesimiz çıkıyor dese de, dış politikada yalnız kalmak her zaman da ülke çıkarları için iyi sonuçlar vermeyebilir. Fark edilirse, Suriye, İran ve İsrail ile ilişkilerimiz bitti. Şimdi de Mısır ile bitmek üzere. Aslında gittikçe yalnızlaşıyoruz dünyada. İnsanlık bir yana, iktidarın ülke çıkarlarını da gözetmesi gerektiği aşikar. Fakat bu durumda insanlık mı, ülke çıkarları mı sorusunun cevabını vermek zor.

Ancak, iki gün sonra bu olaylar bittiğinde, kimsenin de Türkiye'ye aferin ne güzel demokrasinin arkasında diyeeğini düşünmüyorum. Bu nedenle ülke yönetimi olarak biraz daha temkinli davranmak gerektiği aşikar.

Ne var ki, bizim halk olarak her şekilde, kendi ülkemizde veya yurt dışında her türlü hukuksuzluğa, haksızlığıa, demokrasiyi ve özgürlüklere zarar veren her türlü davranışa tepki koymamız bir borç.

Not: Önceki yazımda da belirtmiştim. Ergenekon unutuldu gitti, Ali İsmail Korkmaz unutuldu gitti. Kaçırılan Türk Pilotları da unutulma evresinde. Allah sonumuzu hayretsin.


13 Ağustos 2013 Salı

Blinçli Körlük


                      TED'i biliyor muyuz?

                      TED, Paylaşmaya Değer Fikirler sloganı ile varolan ve ilk olarak 1984 yılında teknoloji, eğlence ve dizayn dünyasından insanları buluşturan bir konferans ile ortaya çıkan kar etmeyi amaçlamayan bir kuruluş olarak hizmet veriyor. Bir çok alandan, bir çok insanı bir araya getiriyor ve sloganı gibi paylaşmaya değer fikirleri ortaya çıkarıyor, insanlara sunuyor.

                 Ben de TED'le yeni tanışmış sayılırım. Bugün ise ted.com'da Margaret Heffernan'ın "Willful Blindness" yani "Bilinçli Körlük" adlı konuşmasını dinledim. Margaret Heffernan bir iş kadını ve aynı zamanda bir yazar. Daha da merak edenler wikipedia'dan kendisini araştırabilir. Ancak burada önemli olan Heffernan tarafından anlatılan hikaye. 

                   Bu hikaye Amerika Birleşik Devletleri'nde küçük bir kasabada yaşayan kadın hakkındaydı. Gayla Benefield adlı bir kadın. Bu kadının yaşadığı kasabada bir çok insanın genç yaşta ölmesi dikkatini çekiyor ve bunun sebebini araştırmaya başlıyor. Daha sonra bunun nedeninin kasabada çıkarılan vermikülit olduğunu keşfediyor. Ancak bunu kasabadaki diğer insanlara anlatmaya başladığında, başkaları bu duruma onun kadar önem vermiyor. Hatta bunu dinlemek ve bilmek istemiyor. 

                   İşte Margaret Heffernan bu durumu çok doğru bir şekilde Bilinçli Körlük olarak tanımlıyor. Yani bir şekilde aslında bildiğimiz ya da bilmemiz gerekirken bir şekilde bunu bilmemiz. Aslında bilmek istemememiz. 

                   Aslında Heffernan'ın da belirttiği gibi bu her gün çevremizde hepimizin yaptığı bir şey. Trafikte, işte, okulda ve evde... 

                   Heffernan bilinçi körlüğün, genel olarak insanların ya bu konuda ben ne yapabilirim ki, yapsam da bir şey değişmez diye düşünmesinden ya da bir sorunu dillendiren kişinin başına neler geliyor düşüncesinden kaynaklandığını söylüyor. Ya da biz bir şey olsa, gerçek olsa bize biri söylerdi diye düşünüyoruz genelde. 

                       İşte politik sorunlarda da uyguladığımız bu bilinçli körlük her zaman ki gibi çok tehlikeli. Çünkü aslında bu zamanlarda da sadece görmek istediğimizi görüyor, duymak istediklerimizi duyuyoruz. Bize söylenene kayıtsız şartsız inanıyor ve aslında gerçeği bilsek veya gerçek olduğunu düşünsek dahi bunu dile getirmiyoruz. 

                       Heffernan'ın belirttiğine göre, bilinçli körlük davranışını sergileyen insan sayısı bir çok ülkede yüzde seksen beşmiş. Bu oldukça yüksek bir oran. 

                       Bir de bu davranış paternine yol açan etkenlerden birinin "sesimi çıkarırsam başıma neler gelir?" olduğunu düşündüğümüzde, ülkemizde bu aralar bu oranın yüzde doksanların üzerine çıkmış olması çok muhtemel. 

                     Tüm bunlar bir yana, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın." diye bir sözümüz dahi varken ne bekleyebilir zaten.

                    
     

                      
                       

Bugün halk ne giysin?


                                Türk annelerinin tipik özelliğidir, yaz da olsa kış da olsa dışarı çıkmak için giyinen çocuğunun peşinden elinde atlet ile içine giymesi için koşarlar. Niyetlerinin her ne kadar çocuklarının hasta olmasını engellemek olduğunu bilsek de çocuklar olarak sinirleniriz sık sık bu duruma. "Of anne bir git ya!" diye bağırırız çoğu kez. 

                                   Şimdi ise, bu annelerimizin yerini alan başkaları var gibi gözüküyor. Hatta bunlar "atletini giy yavrum" diye peşimizden koşan annelerimizi çok aratacaklar gibi. 

                            Milliyet Gazetesi'nde çalışan bir yazar "geri kafalı mı oldum?" ben diye kendi kendine sorarak, bayanların şort giymesinden utandığını yazmış. Ülkemizde bu kadar sorun, gündem olması gereken bu kadar olay, iş, güç varken çıkıyor bir yazar kadınların şort giymesinden ne kadar rahatsız olduğunu yazabiliyor. İşte bu durumdayız ne yazık ki. 

                                  İşin kötü yanı. Bu cümleleri sarf eden de bir bayan yazar. Kendi hem cinslerinden rahatsız olduğunu itiraf ediyor kısaca. Peki neden rahatsız oluyor? Şort giyen kadının bacakları apaçık ortada gözüktüğünden mi? Yoksa, kötü bir görüntü mü şort giyip etrafta dolaşmak?

                                     İlgili yazar kendisi de vermiş cevabını bu sorunun aslında. Adaba aykırılık...

                              Burada kendisi veya kendisi gibilere söylenmesi gereken en önemli şey bence: "Sana ne? Sen kim oluyorsun da milletin adabına, nasıl giyineceğine karışıyorsun?"dur. 

                             Bizim milletimizin sorunu da bu işte zaten. Kafamızı ahlak bekçiliğine o kadar takmışız ki diğer tüm şeyler umrumuzda değil. Milletin ahlakı ile uğraşırken kendi ahlakımızı, insanlığımızı hiçe sayıyoruz. 

                                 Bir ülkede yazarlar dahi, hatta bir bayan yazar bile, şort giyen kadınlardan rahatsız oluyorum diyebiliyorsa, tabiki millet aynı merdiveni kullanan kız ve erkek çocuklarından çok endişe duyar, tabiki her içki içene alkolik denir, ayran iç denir, sonra tabi üç çocuk yap, onu yap, bunu yap, şunu yapma denir. 

                             Size ne arkadaşım? Bırakın insanlar istediği gibi yaşasın. Hele siyasetçiler olarak sizin bu son göreviniz. Önce asli görevlerinizi bir yapmaya çalışın da daha sonra insanlara öğüt vermeye kalkışın. 

                               Ayrıca unutmamak gerek, kimsenin kimseden rahatsız olmaya hakkı yok. Sen nasıl, karaçarşfla gezen kadından rahatsız olmuyosan, ona saygı gösteriyorsan, şort giyen kadına da saygı göstermek zorundasın. 

                              Ama bizim ülkede, bu kafayla yakında program da yaparlar "Bugün Halk Ne Giysin?" diye...

                             
                              

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Gösteri ve Toplanma Hakkı mı? O da ne?



                 
                Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 34. maddesi'nin başlığı: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Düzenleme Hakkı.

                   Bu madde diyor ki: 

                 "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
                  Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. 
                 Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir."

                  Yani diyor ki, bu madde Ey Vatandaş, istediğin adamla toplan, oradan oraya yürü, protesto et, ama saldırma, yıkma, kırma, dökme, silah taşıma. Bunu yaptığın sürece bana da sormana gerek yok. Hatta bununla da kalınmamış, idare tamamen aradan çıkarılmış bu konuda. Senin bu hakkın ancak meclis tarafından, belirli amaçlarla kanun ile sınırlanabilir diyor açık açık. 

                   Olaya bak sen. Olur mu hiç öyle. Sen çıkıcaksın, ortalıkta canın istediği gibi, yok oturma eylemi yapacaksın, yok barışçıl protesto yapacaksın. Sıkarlar valla tazyikli su ile biber gazını suratına. 

                  Ama valla Anayasa böyle, bu benim hakkım diye çırpın sen istediğin kadar. 

                  Anayasa'nın bu yukarıdaki maddesi önceden "izin alarak" şeklindeyken 2001 yılında bu hale getirildi. Demokratiğim, özgürlükçüyüm ve hukuk devletiyim diye geçinen her devlette olması gereken bir düzenleme. Ama bizim milletimiz, bizim idaremiz bu kadar özgürlüğe alışık değil tabi ki. 

                  Hatta milletin "%50"'si de bu maddeyi söyleseniz, "Olur mu canım öyle şey. Devletten izin almadan olmaz." diye çıkar ortalığa. 

                 Eyvallah olmasın. Zaten gündeme de geldi hazır, "Acaba tekrar idarenin iznine mi bağlasak?" diye dilden dile dolaşıyor etrafta. Bir gecede değişir verir Anayasa sorun değil.

                "Eee demokratik ülke, hukuk devleti, özgürlük?" dersin bir an mazallah, tıkıverirler sorunu içeri. Silivri'ye yani...

                 Eyvallah olmasın. İzin alınsın. Protesto olmasın. Toplanma olmasın. Toplanana biber gazı, tazyikli su verilsin. Dağıtılsın. Sesi çıkmaz bizim milletin. 

                 Ama sana sorduklarında, "Silivri'de toplanma kanunsuz bir toplanma, Gezi'deki, Taksim'deki toplanma kanunsuz toplanma diyorsunuz ama o zaman kanlı terör örgütü PKK'nın ilk eylemini kutlamak için toplananların ki kanuna uygun muydu? Onlara niye biber gazı kapsülü hediye edilmedi?" diye bunu da bir kılıfa uydur bir zahmet. 

                Gerçi rahat olmak gerek. Sorulmaz bu soru. Ne de olsa soranın Silivri sonu... 

                  

             
 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Tarafsız ve Bağımsız Basın


              Basın ve yayın kuruluşlarının, her türlü konuda halkı en doğru ve dürüst şekilde bilgilendirmeyi amaçlayan ve yine halka karşı ahlaki ve profesyonel sorumlulukları bulunan kuruluşlar olmaları gereklidir. Görsel medyada ister sabah programları, ister akşam yayınlanan eğlence programları, diziler ya da isterse, en önemlisi, haber programları olsun, veya yazılı medyada ister ulusal ya da yerel gazeteler isterse dergiler olsun hepsinin, halka, insanlara ve topluma karşı kutsal bir sorumluluğu vardır. 

                           Peki nedir bu sorumluluk?

                           Özellikle halkın her hangi bir konuda anında bilgi edinmesini sağlayan görsel ve yazılı medya ile yakın geçmişimiz de de sosyal medyanın üzerine düşen en büyük görevi toplumun, doğru, kesin, açık ve tarafsız olarak bilgilenmesini sağlamaktır. Bilginin çok hızlı yer değiştirdiği ve yayıldığı  günümüzde görsel, yazılı ve sosyal medyanın her hareketi ve davranışı toplumda herhangi bir konuda oluşan algıyı  geri dönülmesi zor bir şekilde, anında değiştirebilmekte ve şekillendirebilmektedir. İşte bu nedenle medyanın üstlendiği görev, dürüstlük, sadakat ve  yüksek seviyede etik değer, inanç ve ciddiyet gerektiren bir görevdir. 

                      Ancak, basın ve yayın kuruluşları da, kar amacı güden herhangi başka bir şirketten farksız şekilde ticari şirket olarak bu görevi sürdürürler ve bir ticari şirketin de nihai amacı kar etmektir. Bu basın ve yayın kuruluşlarını yöneten kişiler veya sahipleri de ne yazık ki, mesleki ve kişisel olarak yukarıda bahsettiğim görevden kaynaklanan sorumluluğu sırtlarında hissetmekte zorlanırlar. Çünkü, dünyanın neresinde olursanız olun, bildiğimiz anlamda basın ve yayın kuruluşlarının başındakiler çoğu zaman gazeteci, muhabir, haberci değil, iş adamı veya iş kadınıdır. Onların gözünde bir haber kanalında veya herhangi bir gazetede yapılan iş, ticari bir iştir. Kar etmeniz gereklidir. Kar etmek için, ya da başka bir analtımla zarar etmemek için ilişkilerinizin de çoğu zaman iyi olması gerekir. Düşman değil dost edinmeniz, kalp kırmamanız tam tersine gönül almanız, jest yapmanız gerekldir. 

                         Peki kime karşı? 

                   İşte olayın karmaşıklaştığı nokta da burası olur. Bu jestleri, gönül almaları veya zaman zaman hiç bir şey yapmayarak kalp kırmamaları, bazen size reklam vermesi, sizinle iş yapması yani doğrudan ya da dolaylı olarak size para kazandırması nedeniyle başka bir iş adamına veya sırf işlerinizin baltalanmaması, bir şekilde iyi ilişkilerin size lazım olması nedeniyle bir milletvekiline, bürokrata, devlet başkanına yahut başbakana yapmanız gerekmektedir. Aksi halde, kalbini kıracağınız veya yukarıdak bahsedilen görevinizi yaparken bir şekilde zarar vereceğiniz herhangi biri de daha sonra size zarar verebilir. İşte o zaman da sizin basın yayın organı olan ticari şirketiniz ya zarar eder ya daha az kar eder ya da kişisel olarak siz bir şekilde para kaybedersiniz. Bu durumdan da anlaşılması gereken, mutlak suretle böyle olduğu söylenemese de, basın yayın organı ticari şirketin yöneticileri, sahipleri, yukarıda bahsedilen görevi gerçekleştirmekten ziyade para kaybetmemeyi tercih ederler. 

                        Peki bu durumun sonucu nedir?

                  Bu durumun sonucunda genel olarak, en basit şekilde, toplum her zaman kesin, doğru, dürüst ve tarafsız bilgiye ulaşamaz. Bilgi kirlilğinin boyutu artar. Toplum yanlış bilgilendirilir ve yanlış yönlendirilir. Daha bir çok şey. Çok önemli şeyler değil yani...

                   Toplumun başına gelen bu önemsiz şeyler dışında da, bu basın yayın organı olan şirketlerin başındaki kişiler, kendi çalışanlarına baskı yaparlar. Yazılacak yazıların içeriğine, yapılacak yayınlarda söyleneceklere, röportajlarda sorulacak sorulara karışırlar. Görevlerine gönülden bağlı olmayan bazı gazeteciler, haberciler buna boyun eğer, bazıları zaten bu durumu fırsat bilir kendisi seve seve ahlakını, iş etiğini çöpe atar, bazıları ise Can Dündar ve diğer bir çok kişi gibi bir telefonla kovulur, sosyal medya hesapları dahi kapatılır, en kötü ihtimalle de terörist, darbeci ilan edilir ve hapse atılırlar. Çok önemli şeyler değil yani.... 

                     Tüm bunlar bir yana, ulusal gazetelerin ve televizyon kanallarının bir kaç kişinin elinde olduğu ve komik bir şekilde hala görsel ve yazılı medyanın bağımsız ve tarafsız olduğunun iddia edildiği bu ülkede;

                En güzeli, hala kendi üzerinde gazeteciliğin, haberciliğin getirdiği sorumluluğu hissedip, bir şeyler kaybetme uğruna da olsa "hayır" diyebilen, "yeter" diyebilen gazeticilerin olduğunu bilmekte...